Duygusal boyutu, yalnızlık, korkular, ikiyüzlülük, erkeksi ve efemine eşcinsel arasında ayrımcalık, öbür hayattan kopuk yaşanan seks, aşk bulma ve kendi kendi olabilme özlemi aynen Türkiye’de de raslayabiliriz. Eğer insan hakları açısından baksak bu çoktan yeter, fakat dinamiğini anlamak için farklılıkları da göz ardı etmemek gerekir. Almanya’da eşcinsel harekettin oluşmasıAlmanya’da yüzyıllarca eşcinsel ilişkide yakalanan erkeklere ölüm cezası, sonra hapis cezası uygulandı. Bu durumda giren ve girilen erkeğe aynı ceza uygulanmış. Seçilen cinsel rol değil, cinsel nesne seçimi belirleyiciydi. 1864’de Almanya’da ilk defa Heinrich Ulrichs adlı eşcinsel hukkukçu eşcinsel ilişkilere saygı ve izin talep etti. Ciddi bir eşcinsel hareketin oluşması ise biraz daha zaman alacaktı. 1897 tabip Dr. Magnus Hirschfeld tarafından kurulan “Wissenschaftlich Humanitäres Komitee” (Bilimsel İnsancil Komite) dünyanın ilk eşcinsel sivil toplum örgütü oldu. Bugünlerde yanılgı olarak kabul edilen Üçüncü Cins kavramı o zaman ortaya atılmıştı. Birinci Dünya Savaşından sonra eşcinsel örgütlenme daha da hızlandı. Bir çok eşcinsel dernek ve dergi kuruldu. Bunlar erkek eşcinsel ilişkilerin henüz yasakken oluşmuşlar. Zira yeni demokraside tartışmak suç değildi. Türkiye’de ise eşcinsel ilişkileri yasklayan bir yasa yokken yakın bir geçmişe kadar bu konuyu tartışmayı amaçlayan toplantılar yasaklandı. [Ankara’da yeni kayıt olan Türkiye’nin ilk kayıtlı, eşcinsel derneği kapatmaya çalışılır. Ekim 2005.] Almanya’daki eşcinsel hareketi ve toplumsal gelişmeler sonucu olarak parlamento, erkekler arasında cinsel ilişkileri yasaklayan yasayı kaldrımak üzereymişti. Fakat demokratik güçlerin birbiryle çekişmesi ve sosyal demokratların çekimser oy kullanma sonucu olarak Nazilerin iktidara gelmesi buna engel oldu. Ceza arttırıldı ve opüşmek bile ceza kapsamına alındı. Üçüncü Cins kuramı bu durumda ters tepti, eşcinsellik tedavisi mümkün olmayan bir genetik bozukluk olarak algılandığı için ırkı temizlemek için eşcinselleri yok etmek istendi. Kamplara getirilen erkek eşcinseller en alcak statüsüne sahiptiler ve çoğunluğu orada ölüyormuş. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra yeni kurulan Federal Almanya’da o yasa aynı biçimde yürürlükte kaldı. Eşcinsellere karşı Nazilerinbu uygulaması meşruydu diye Almam Ana Yasa Mahkemesi, Nazi kurbanı olan eşcinsellere tazminat hakkı da tanımadı. Durum Türkiye’den bilinen oğlan ve oğlancı geleneğinden çok farklıydı. Hiç bir erkek, ben eşcinselle birlikte olurum, fakat eşcinsel değilim, erkeğim diyebilme lükse sahip değildi. Durum her ne kadar vahimdiyse de olumlu bir yanı da vardı, eşcinsellik yasak olduğu süresi erkek eşcinseller arası dayanışma duygusunun daha gelişmiş olduğunu söylenir. Burada AIDS sayesinde oluşan yeni dayanışma ve sosyal yapılar dışarda bırakıyorum. Eşcinselliği tanımlarken, yargılarken da seçilen cinsel nesne ön planda olduğu için, cinsel ilişkilerde en azından iki eşcinsel birbirini bulmuş sayılır. Kadın eşcinsellerin durumu başka bir açıdan çok farklıydı. Kanuni yasaklar değil, toplumsal ve ailesel baskyıla empoze edilen kadın rolü, bununla birlikte gelen görünmezlik ve şovenist erkeklik anlayışı çok daha net etken oldukları için genellinde, özellikle Batı Almanya’da, kadın hareketin içinde yer aldılar. Fakat bunları gerektiği gibi anlatmak ayrı bir konu olurdu. (Türkiye için bir istatistik elimde değil, bunu oluşturmak münkün olduğunu sanmıyorum, fakat bir erkek eşcinsel, bir ibne, özellikle eşcinsel alt kültürün dışında bir partner bulduğunda o partnerin kendi kendini eşcinsel olarak tanımlamaması olasılık yüksektir ve toplumsal tabular ve tanımlar farklı olduğu için gerçekten eşcinsel olmayabilir. Batılı erkek, eşcinsel olarak damgalanan ilişkiden, şefkat göstermekten bile korkar. Türkiyeli erkekse daha çok erkek gibi görünmemekten korkar. Elbette bu geleneksel farklılıklar her birey için aynı derecede geçerli olmayabilir.) Almanya’da başlayan eşcinsel hareketi batıya ve özellikle ABD’ye yaydı, fakat Almanya’da yaşanan darbeden sonra orada yeni bir eşcinsel hareketi ancak gecikmeli olarak oluşabildi. Eski nesil eşcinsel ya kamplarda ölmüştü ya dehşetin ruhsal izlerinden kurtulamadı. Yine de her şeye rağmen mücadeleye devam eden yok değildi. Fakat eşcinsel ilişkileri yasaklayan ünlü paragraf 175 değişince yıl 1969 olmuştu. Henüz erkek eşcinsel ilişki bir suç kavramı olarak geçerli kaldı, fakat bundan sonra sadece yetişkinin reşit olmayanla ilişkiler ceza kapsamındaydılar. Yasanın değişmesi öğrenci ve kadın hareketine denk gelmesi bence raslantı değil. Her zaman hem toplumun genel dinamikleri hem bireysel etkenler görmek gerekir. Bireysel etkenler derken örneğin Ziegler yönetmenin “Die Konsequenz” (Sonuç) adlı filmi ve daha atak olan Rosa von Praunheim yönetmenin filmi, “Nicht der Homosexuelle ist pervers, sondern die Situation in der er lebt!” (Eşcinsel sapık değildir, içinde yaşadığı durum sapıktır!). Bir çok ünlülerin birlikte Stern dergisinde “Ben eşcinselim” diye açılmaları, farklı farklı biçimde örgütlenmeye başlayan erkek (bazen de kadın) eşcinseller bireysel etkenlerdendir. Gittikçe Almanya’da yayılan yeni eşcinsel hareketi merkezi değildi. Farklı yerlerde, farklı çizgisiyle farklı yöntemlerle çalışan eşcinsel gruplar oluştu. Aynı zaman, gizlilik tercih ettiği için bu gruplara tereddütle bakan ticari alt kültür de büyüdü. Kanımca heterojen bir topluma bu heterojen mücadele tarzı oldukça uygundu. Anarşistlerden [Radikal özgürlükçü anlamında, (yanlış bilinen) terörist anlamında değil.] kilise görevlilerine kadar uzan bir yelpazeydi. Neredeyse her yerde “Rosa Hilfe” yani Pembe Yardım adlı (erkek) eşcinsel danışma telefonları kuruldu. Birileri daha toplumsal mücadeleye ağırlık verirken öbürleri sosyalleşme ve bireylere özgüven kazandırmak ön planda gördü. Topluma karşı mı toplumun içinde mi mücadele konusunda fikirler farklıydı, fakat zıtlar da [bence] birbirini tamamladı. Elbette bu benim [belki haklı olarak fazla iyimser olarak eleştirilebilecek] çok kişisel yorumum. Bu konuyu derinleştirsek herhalde bir son bulamayız. Türkiye için...Ben Türkiye konusuna dönmek istiyorum, ayrıntı anlatarak değil, bunu yapabilen zaten yeterince insan burada. Kendi perspektifim önemsemiyorum değil, fakat verilen zaman çok sınırlı ve Türkiye’deki eşcinsel hareketinin oluşuma eleştirici bir bakışa merak ederseniz web sitemi[nin tarih bölümünü] okuyabilirsiniz. [Bu bağlamda daha güncel olan Koas Gey Lesbiyen web sitesine bir göz atmanızı tavsiye ederim.] . Ben buradan bahsederken biz diye konuşurum, çünkü kendi kendimi buranın toplumun bir parçası olarak hissediyorum, etkilerim, etkilenilirim de. Bu bağlamda, şu anki Heribert’i bu etkileşimin bir sunucu olarak algılamanızı rica ederek çok özet bir iki genel düşüncem aktarmak istiyorum.Geçenlerde yaz tatilinde Almanya gitmek üzereyken İstanbul’da uçağımı bekledim. Bekleme solunda tahminen iki yüz yolcuydu. Herkesin bileti vardı, oturulacak yerin numerası belliydi ve uçak ancak bütün yolcular oturduktan kalkacağını herkesçe biliniyordu. Fakat biniş zamanında bütün insanlar aynı anda kalkıp hava alanın çıkış kapısına adeta hücum ettiler. Tek bir istisna vardı, yanında oğlu olan bir baba. Bak biz burada daha oturalım, öbürler geçtikten sonra kalksak çok rahat yetişiriz, zaman da kaybetmeyiz, zaten birlikte uçuruz. Adam çok haklı diye düşündüm. Şimdi o zeki ve öbürler aptal mıydı? Hayır, sorun var olan aklımızı kullanmak veya kullanmamak. Adamı farklı kılan, sürü güdünü aşmış olup kendi kararını vermek. Bence bireyselleşmek böyle bir şey olmalı. Örgütlenmek derken de aynı sorun karşımıza çıkar, sürüleşmek mi, yoksa özgür bireylerin işbirliği mi istiyoruz? Elbette içimizdeki hayvan inkar edemeyiz, hayvan sever olarak sevmeliyiz bile, fakat mesafe koyabilme, acaba diye sorgulamaya cesaret etmek gerekir. Farklı olmak bazen çok güzel ve yararlıdır. İnsanlaşmak anlamında hayat felsefesi olabilen, Mevlevi ve Bektaşi tasavvufun bazı çok güzel ilkeleri var. Mevlana’nın “Ya olduğu gibi görün, ya göründüğün gibi ol” ilkesi sadece gizli eşcinsellerin kulaklarını çinlatmasın, bütün toplum bu ilkeyi benimseyip bambaşka bir yere gelebilirdi. Eşcinsellere karşı, hele travestilere karşı yapılan zülm, elbette insanlık dışıdır. Fakat eşcinselleri hep kurban olarak göstermek bence tuzaktır. Birkaç acımalı insan böylece tarafımıza çekebileriz, fakat toplumu ikna etmek için insanlara verebileceklerimizi, kendi değerimizi bilmek gerekir. Özgüven kazandıkça hem saldırganlara kolay kurban olmaktan çıkıyoruz, hem de toplumla, çevremizle diyalog kurmak daha kolaydır. Tasavvuftan esinlenen MFÖ müzik grubunun “Allah Allah” parcasından şu güzel sözler geçer:
[Bu sözler bu kadar güzel ki, yorum veya örnek eklemeyim, fakat zihniyet sayfasında anlatmaya çalıştıklarımı okurken bu sözleri aklında tutarsanız, belki anlatmaya beceremediklerimi de anlarsınız.] Biraz inanç, biraz hayal gücü, ve her şeyden önce olduğumuz gibi olup, kendimizi olduğumuzdan daha da güçlü göstermeyip, belki gerçekten mucize de yaratalabiliriz. [İnsan olarak, toplum olarak da.] Fakat [eşcinsel olarak da] asıl konumuz eşcinsel değil, insan olmalıdır! * [....] içinde olanları sonradan, Ekim 2005'te, ekledim!
|
İsterseniz İbnistan Açık Forum'da kendi fikirlerinizi paylaşabilirsiniz. Heribert Mürmann (İbnistan ibnesi)
|
|
|||||||||||||||||||||||||||||