3,4,5,6 Şubat 1999, Doğu Perinçek
I.
Eşcinsellik
cinsler arası eşitsizlik ürünü
Tezlerin
sınırı: Toplumsal ve ideolojik kökenli eşcinsellik: Biyolojik
nedenlerle eşcinselliğe eğilimli olarak doğanların varlığından
da söz ediliyor. Ancak okuduklarıma göre, bunlar, eşcinseller
içinde çok çok küçük bir oranda. Kaldı ki, biyoloji, fizyoloji
ve genbilimi benim bilgi alanım dışında kalıyor. Altını
çizerek belirtelim: Bu yazıda öne sürülen tezler, biyolojik
özellikleri nedeniyle eşcinsel eğilimli olduğu söylenen o çok
küçük azınlığı kapsamıyor. Tartışmaya sunacağımız görüşler,
toplumsal ve ideolojik nedenlerle eşcinsel olanlarla
sınırlıdır. Aslında ideoloji de toplumsal, daha doğrusu
sınıfsaldır. Ancak eşcinsellikte ideolojik boyutun önemine
vurgu yapmak için, ''toplumsal ve ideolojik nedenlerden'' söz
ediyoruz.
Eşitsizliklerin
ve yabancılaşmanın ürünü: Konuya girerken eşcinselliğin
toplumsal ve ideolojik kaynağıyla ilgili başlıca tezlerimizi
sıralayalım:
1-
Eşcinsellik, uzlaşmaz sınıfsal çelişmelerin aşırıya
varmasının, dolayısıyla meta ekonomisinin olağanüstü
derinleşmesinin ürünüdür. Başka deyişle, özel çıkar ve
bireysel mülkiyet sistemi ile insan ve doğa arasındaki
çelişmenin çok keskinleştiği toplumlarda ve hâkim sınıflar
içinde ortaya çıkar ve yaygınlaşır.
2-
Eşcinsellik, cinsler arası eşitsizliğin ürünüdür.
3- Meta
ekonomisinin artık insanı ve doğayı yıkıma uğrattığı çürüyen
kapitalist sistem, bir yandan milyonlarca insanı şiddet
kullanarak eşcinselliği dayatırken bir yandan da ideolojik
araçlarını seferber ederek bu durumu topluma ''özgür cinsel
tercih'' olarak kabul ettirmektedir.
4-
Eşcinsellik, özel çıkar sisteminin aşırıya vararak bunalıma
girdiği kaos ve çöküş dönemlerinde patlama yapar.
5-
Eşcinsellik, bir yabancılaşma olayı ve belirtisidir.
6-
Eşcinsellik, sınıfsal ve cinsel eşitsizliklerle,
yabancılaşmayla, toplumsal kaos ve çürümeyle doğru orantılı
olmasından da anlaşılacağı üzere insan özgürlüğünü boğan
ilişkilerin ürünüdür. Bu nedenle eşcinsellik, özgür bir tercih
değil fakat toplumsal bir dayatmadır ve mutsuzluk kaynağıdır.
7- Sınıfsal
ve cinsel tahakkümün son bulduğu, yabancılaşmanın
kaynaklarının kurutulduğu sınıfsız toplumda, insan ile insan,
kadın ile erkek, insan ile doğa arasındaki denge ve uyum
oluşacak, cinsel aşk prangalarından kurtulacak ve eşcinselliği
besleyen zemin de büyük ölçüde ortadan kalkacaktır.
1. SINIFSAL
EŞİTSİZLİK VE EŞCİNSELLİK
Eşitlikçi
ilkel toplumda: Orta Asya toplumlarındaki gözlemlerini anlatan
seyyahlar, göreli eşitlikçi kabile toplumunda eşcinselliğe hiç
rastlamadıklarını belirtirler. Değerli mitoloji uzmanı Arif
Acaloğlu' nun belirttiği üzere fahişelik, eşcinsel ilişkiler
vb., eski Türkler arasında kıyamet belirtisi olarak kabul
ediliyor (1). Sınıflara bölünmemiş toplumda, cinsler arasında
da eşitlik geçerlidir. Sınıfsal cinsel eşitliğin bozulmaya
başladığı dönemin toplumunu yansıtan Dede Korkut Hikâyeleri,
bir yandan arkada kalan kabile eşitliğini, öte yandan
filizlenen farklılaşmaları yansıtır. Bamsı Beyrek ile Banû
Çiçek arasındaki aşk, eşitler arası bir cinsel iletişimin
izlerini taşır. Birbirleriyle güreş tutarlar. Bamsı Beyrek,
ancak Banû Çiçek'in sırtını yere vurduğu zaman gönlünü de
fetheder. Göreli eşit ilişkilerin var olduğu böyle bir
toplumda eşcinselliğe de rastlanmıyor. Bu olgu, Orta Asya Türk
toplumlarına özgü değil kuşkusuz. Meta ekonomisinin pek
gelişmediği, sınıflara ayrışmanın derinleşmediği bütün
toplumlarda, eşcinsel ilişkiler ya görülmüyor veya çok seyrek
görülüyor.
Sınıflı
toplumda:
Peki
eşcinsel ilişkilere hangi sınıfların içinde rastlanmaktadır:
-
Eski
Yunan toplumunda köle sahibi soylular sınıfı içinde.
-
Yine
köleci Roma toplumunda soylu sınıfı içinde ve zengin
konaklarında.
-
Bizans,
İran, Emevi, Abbasi, Osmanlı sarayında.
-
Japonya'da
Samuray denen savaş ağaları zümresinde, vb.
Özetlersek:
-
Eşcinsellik,
meta ekonomisinin gelişmesi sonucu insanın da alınır satılır
mal haline geldiği köleci toplumlarda görülüyor.
-
Köleci
toplumda eşcinsel ilişkilere girenler, köle sahibi soylular
sınıfıdır. Genç köleler ise onların malı olduğu için bu
ilişkilere mecbur bırakılmaktadır.
Köleci
Yunan toplumunda:
Eşcinselliğin
propagandasını yapanlar, Eski Yunan filozofları Sokrates,
Platon ve Aristotales 'in eşcinsel olduklarını sürekli
yineliyorlar. Tarihsel gerçektir, her üçü de eşcinseldir.
Dahası, Yunan köle sahibi soyluları sınıf olarak eşcinseldir.
Bu gerçek, eşcinselliğin kölelik sistemiyle ve cinsler
arasındaki eşitsizlikle bağını ortaya koyar. Platon'un ideal
devletinde köleler dışlanmıştır. Çünkü köle, yurttaş değil,
fakat maldır. Hayvanlar gibi alınan satılan kölelerin devletin
uyruğu olmaması, sistemin gereğidir. Platon'un ideal
devletinde kadın da dışlanmıştır; kadın da kölenin konumunu
paylaşır; siyasal bir varlık olarak kabul edilmez. Çünkü kadın
da bir üretim aracıdır, insan üretiminde kullanılır. Soylular
sınıfı, maddi üretimde köle emeği kullanırken insan üretiminde
de kadın emeğini kullanmaktadır. Kadına yer verilmeyen
Platon'un Devlet'i erkek erkeğedir. Bu durumda cinsel aşkın da
erkek erkeğe olması sistemin felsefesinde mevcuttur. Sistemin
efendisi olan köleci soylular, kendi hayatlarını meşrulaştıran
ideolojiyi de filozofları aracılığıyla üretmişlerdir. Platon,
Devlet adlı eserinde kutsal aşkın ancak erkekler arasında
olacağını savunur. Sistem, eşcinsel ilişkiyi ''devlet büyüğü''
olmanın şartı olarak kabul etmektedir. Aristophanes şöyle der:
''Yalnızca beden ve ruhuyla kendini erkeklerin aşkına veren
genç delikanlılar ileride devlet büyükleri olabilirler.''
Aynı Yunan
toplumu, kölecilik öncesi dönemde, eşcinsel ilişkileri
yaşamıyordu. Eşcinsellik, sınıflara bölünmenin derinleşmesi ve
köle emeğinin sömürüsüne dayanan sistemle birlikte ortaya
çıktı. Nitekim yeryüzündeki efendilerin düşünsel planda
Olimpos Dağı'nın tepesine taşınmasıyla yaratılan Yunan
tanrıları da eşcinsel ilişkilerde bulunurlar. Efendi-kul
ilişkisinin doğuşu ile tanrıların doğuşu ve eşcinselliğin
doğuşu aynı dönemde oluyor. Ancak eşcinselliğin köleci
soylular içinde yaygınlaşması, sistemin çöküş dönemine
rastlamaktadır. Tüccarlar sınıfı ile köleci soylular
arasındaki hâkimiyet mücadelesinin sertleştiği dönemde,
gericiliği temsil eden köleci soyluların filozofu olan
Sokrates, zamanın ilerici sınıfı tüccarlara karşı darbe
girişimine katıldığı için yargılanmıştır. Öğrencisi Platon da,
gerici köle sahiplerinin filozofudur. Bu sınıfın eşcinselliği,
kölelik sistemiyle ve sistemin çöküş dönemiyle bağlantılıdır.
İlginçtir, Yunan uygarlığının yükseliş döneminin önderi
Perikles , çöküş dönemi filozofları gibi oğlancı değildir,
kadınlarla cinsel beraberlik yaşamaktadır.
Köleci
sistem, kadının cinsel köleliği yanında erkeğin cinsel
köleliğini, yani oğlan kullanmayı da doğuruyor. Bunun ikinci
önemli örneği Roma'dır. Roma'da eşcinsellik, imparator
saraylarının ve zengin konaklarının ilişkisidir. Sezar 'dan
dönemin yazıları, '' Kleopatra 'nın kocası ve bütün
Romalıların karısı'' diye söz eder. Kleopatra'nın diğer
kocası, İmparator Antonuis da eşcinseldir. Roma İmparatorluğu
çöküşe gittikçe, imparatorların cinsel hayatları da
''renklenir''. MS 47 yılında tahta çıkan Caligula,
kızkardeşinin ırzına geçer, diğer üç kızkardeşini ise fahişe
yapar. Kızkardeşi Agrippina 'yı metres tutar. Bu Agrippina'nın
oğlu daha sonra imparator olacaktır: Hepimizin tanıdığı Neron
. Roma'yı ateşe veren Neron, kendisine koca olarak kölesini
seçmiştir. Bütün bunları, ''cinsel tercih özgürlüğü'' diye
anlatanlar bulunmaktadır. Hem de yazılarını Bilim ve Ütopya
gibi saygın bilim dergilerinde yayımlatabiliyorlar (2). Oysa
Roma İmparator Sarayı'ndaki bu cinsel hayatın ''cinsel tercih
özgürlüğü'' yle en küçük ilgisi yoktur. Caligula'dan Sezer ve
Neron'a kadar hepsinin cinsel hayatı, tıpkı Yunan köle
sahiplerininki gibi toplumsal ve ideolojiktir. Roma
imparatorları, eşcinselliği özgürce seçmemişlerdir. Onların bu
''tercihlerini'', efendisi oldukları sistem belirlemiştir.
Gerçi onlar, köle sahipleri sınıfının imparatorudur ama cinsel
hayatlarıyla efendisi oldukları sistemin kölesidirler. İnsanı
alınır satılır mal haline getiren sistem, köleyle birlikte
kadını da aşağılara iterken köleci soylular sınıfını da
eşcinselliğe mahkûm etmiştir.
Köleci
toplumsal sistem, erkeklerden oluşan köleci sınıfı, kendi
arasında cinsel ilişkiye ve köleleriyle cinsel ilişkiye
hapsetmiştir. Sistemin ideologları ise bu hayatı
meşrulaştırmışlardır. ''Cinsel tercih özgürlüğü'' nden eski
Yunan ve Roma'da kölelerin paylarına düşen de unutulmamalıdır.
Köle, çocukluk yıllarından itibaren, efendisinin aynı zamanda
cinsel kölesidir. Çürüyen kapitalizmin ideologlarına göre bu
da ''özgürlük'' oluyor. Ortadoğu'nun kulluk sisteminde:
Eşcinselliğin sınıfsal ve ideolojik karakterini, Ortadoğu'nun
kulluk sistemlerinde de görüyoruz. Oğlancılık, İslamiyetin
yasaklarına rağmen Emevi, Abbasi ve Osmanlı Sarayı'nın
''mutluluk kaynağı'' dır. Osmanlı Saray şairleri, en muhteşem
gazellerini erkekler için yazmışlardır. Yalçın Küçük 'ün
''Aydın Üzerine Tezler'' kitabında örnekler uzun uzun
verilmiştir. Osmanlı hâkim sınıfını, eşcinsellikten kurtaran,
19. yüzyılda başlayan demokratik devrimdir; Yeni
Osmanlı-Jöntürk-Kemalist devrim hareketidir. Bir ilkçağ ve
ortaçağ özeti çıkaralım: Eşcinsellik, aşırı sınıflaşma,
kölecilik, saray ve zenginlikle bağlantılıdır; köle ve kul
sistemlerinin ürünüdür. Bu sistemler, kadını meta haline
getirirken insan statüsünü bir tek erkeğe bırakmıştır. Cinsel
aşk ise insanlar arasında olacağına göre erkekler arasındadır.
Bu sistemlerin çöküş dönemleri ideolojisi, cinsel aşkın
tahtına, erkek erkeğe ilişkiyi oturtmuştur.
(1) Arif Acaloğlu
'nun aydınlatıcı yazısı için bkz. ''Türk mitolojisinde
eskatoloji, toplum ve etik değerler'' , Papirüs, sayı 23, Ocak
1999, s. 20 vd.
(2) Bkz. Ayhan
Korkmaz , ''Eşcinsellik âdetleri'' , Bilim ve Ütopya, sayı
42, Aralık 1997, s. 53 vd.
Sokak çocuğunun cinsel tercih özgürlüğü
Eşcinselliğin
insanların özgür seçimleriyle yaygınlaşmayıp sistem tarafından
zorla dayatılmasını, en çarpıcı biçimde toplumumuz yaşamıştır.
Cumhurbaşkanlığı'na bağlı Devlet Denetleme Kurulu'nun geçen
yıl hazırladığı bir raporda, 2000 yılında Türkiye'de bir
milyon çocuğun sokakta yatacağı belirtildi. 2000'e geldik.
Bugün Türkiye nüfusunun yüzde 31'i 14 yaş ve altındaki
çocuklardan oluşuyor. Demek ki, 20 milyon çocuğun 1 milyonu
sokaklarda yatmaktadır. Sokak Çocukları Vakfı'nın kurucu
üyelerinden, sinema eleştirmeni Tunca Arslan , sokağa düşen
''her çocuğun'', içlerinde farklılık olmaması için, aralarına
katıldığı grubun üyelerinin cinsel tecavüzüne uğradığını
belirtmektedir (3). Sistem, acımasız ekonomik ve toplumsal
koşullarıyla sokağa attığı her erkek çocuğa duvar
diplerinde tecavüz etmekte, onu şiddet yoluyla eşcinselliğe
zorlamakta ve arkasından da, o çocuğa, ''Bu senin cinsel
tercih özgürlüğündür'' demektedir. Bir milyon çocuk, büyük
şehirlerin sokaklarında. Ve o bir milyon çocuk, daha ergenlik
çağına gelmeden kendi cinsinin tecavüzüne uğruyor. Bu eşcinsel
ilişkiler, birçoğu için, daha sonra da devam ediyor. Hatta
bazıları için eşcinsel ilişki, bir ''ekmek kapısı'' haline
geliyor. Bütün bunlar zorla, şiddetle olmaktadır. Sistem
sanatçısının ve yazarının işlevi: Ancak, daha vahimi, birtakım
ideologların, romancıların, sinemacıların, şairlerin, magazin
basını ve yazarlarının şiddet yoluyla dayatılan eşcinselliği,
''yükselen değerler'' kategorisi içine alarak parlatmalarıdır.
Yıkıntıların içindeki tecavüz, ideolojik tecavüzle birleşmekte
ve sürmektedir. Sokağa düşen çocuğun ırzına geçilmesi ile bu
tecavüzü ''cinsel tercih özgürlüğü'' olarak topluma takdim
eden sanatçının faaliyeti, aynı mekanizmanın farklı
işlevleridir. Sistem, tecavüz ettiği çocuğa, bu durumu
''özgürlük'' olarak kabul ettirmektedir. Son aylarda
televizyonda iki film seyrettim. Biri ''Ağır Roman'', diğeri
''Hamam'' filmleriydi. Gazetelerdeki olağanüstü övgüler
nedeniyle bu filmleri merak ettim. Her ikisinin de, çürüyen
sistemin ürünü olan insanlık facialarını, eşcinselliği,
fahişeliği, uyuşturucu bağımlılığını, çakallığı, özetle
üretimle hiçbir bağı olmayan toplumsal tortuyu, şirin ve güzel
göstermek için çevrildiğini gördüm. Sistemin bu durumlara
ittiği zavallı insanlarımıza, bu düşkünlükleriyle gurur
duymaları telkin edilmekte, her an bu hallere düşebilecek
olanlar ise çukura itilmektedir. Emperyalizme bağımlı sistemin
yarattığı yabancılaşma, sanata da yansımış ve sistemin
sanatçısını da anaforun içine çekmiştir. Tecavüze uğrayan,
yalnız sokağa düşen çocuk değildir. Bütün toplum, sistemin
çürüyen kültür ve sanatının tecavüzü altındadır. Son
dönemlerde, ödüller verilen, göklere çıkarılan filmlere
bakınız, hemen hepsi eşcinselliği yüceltmektedir. Sistem,
bir milyon çocuğu sokağa atıyor. Sokağa atılan erkek çocuk,
daha önce sokağa atılmış ağabeyinin tecavüzüne uğruyor.
Sistemin sanatçısı, o çocuğun tecavüze uğrama ''özgürlüğünü''
savunuyor. Mekanizmanın işleyişi budur.
(3) Tunca Arslan , ''Sistemin
sövdüğü ve sevdiği çocuğu: Eşcinsellik'' , Papirüs, sayı 23,
Ocak 1999, s. 9.
II.
CİNSLER ARASI EŞİTSİZLİK VE EŞCİNSELLİK Kadın
köleleştirilince ve aşağılanınca: Birtakım feministlerin,
eşcinselliği bir ''özgürlük'' gibi yansıtmaları, tarihin acı
bir cilvesi oluyor. Çünkü eşcinsellik, aynı zamanda cinsler
arasındaki eşitsizliğin, kadının aşağılanması ve
köleleştirilmesinin bir ürünüdür. Toplumun, meta ekonomisinin
yaygınlaşmasıyla birlikte sınıflara bölünmesi, kadın-erkek
ayrımını da derinleştirdi. Sınıflara bölünme ve cinsler arası
eşitsizliğin büyümesi birlikte yaşandı. Eşcinsellik ise
yukarıda kanıtlarıyla ortaya konduğu gibi, bu iki
farklılaşmanın günah çocuğudur. Platon 'un ideal Devleti'nde
kadının yeri yok. Çünkü sınıflara bölünmüş toplumda kadın
aşağı cinstir. Aşağı bir cins ise Devlet gibi kutsal
örgütlenmeye giremez. Kadın zihinsel üretimin dışında
tutulunca: Kadın yalnız, Devlet'in mi dışındadır. Kadın
zihinsel faaliyetin, sanatın, hâkim sınıfların ayrıcalığı olan
her faaliyetin dışındadır. Eski Yunan'da bir tane kadın
filozof gösterebilir misiniz? Bir tane kadın Romalı şaire
rastladınız mı? Hz. Muhammed 'in hadislerine göre, 124 bin
nebi bulunuyor. İçlerinde kadın var mıdır? Aynı soruları,
İran, Emevi, Abbasi ve Osmanlı için de sorabiliriz. Özeti
şudur: Kölelik ve kulluk sistemlerinin ideolojisini inşa
edenler arasında kadın bulunmaz. Yani kadın olmak ve aydın
olmak bir araya gelemez. Kadın, zihinsel yaratıcılığın dışına
sürülmüştür. Bu durumda, kadınla derin duygusal iletişim de
olanaksız kılınmıştır. Zihinsel ve duygusal derinliği olmayan
kadınla ancak insan soyunu üretmek için ilişki kurulur. Aşk
ise yalnız insan türünü üretme eylemi değildir; zihinsel ve
duygusal boyutları olan bir ilişkidir. Bu durumda Platon ne
yapsın? Kadını niçin Devlet'ine alsın? Kadınla hangi derin
cinsel arkadaşlığı tadabilir ki? Platon'un Devlet'inde
''kutsal aşkın erkekler arasında olması'', kadının zihinsel
faaliyet alanının dışına atılmasının olağan bir sonucudur.
Duygusal ilişki, erkekle olmaktadır. Eski Yunan'da erkekle
duygusallık boyutu olmayan ilişkiye ''pis oğlancılık''
denmektedir. Oğlancılığın ''hası'' duygusal oluyor. ''Kutsal
aşklar'', köleci ve feodal soylular sınıfı içinde erkekler
arasında yaşanıyor. Büyük İskender 'in büyük aşkı, filozof
Aristotales 'tir. Mevlana, Şemsi Tebrizi ve Hüsamettin Çelebi
'ye büyük bir tutkuyla bağlıdır. Anadolu'da ''davul dengi
dengine'' denir. Cinsel aşk, eşitler arasında derindir;
denkler arasında derindir. Kölelik ve kulluk toplumlarının
filozofları, düşünürleri, şairleri, kadınlar arasında kendi
denklerini bulamayacakları için, derin zihinsel ve duygusal
beraberliklerini kendileri gibi entelektüel erkeklerde
aramışlardır. Peki saray kadınları, soyluların kadınları ne
yaptılar, gerçek sevgi ve şefkati nerede buldular? Erkeğin
erkeğe yöneldiği bu toplumlarda, aşağılanmış ve gururunu
yitirmiş olan kadın, aşkı kendi eşitinde aramıştır.
Lezbiyenlik bir bakıma bir aşağılanmanın ve bir hüznün
paylaşılmasıdır. Erkek eşcinselliğinin yaygın olduğu her
toplumda, kadınlar da eşcinselliğe itilmiştir. Oğlancılık ile
sevicilik aynı toplumsal ilişkilerin ürünüdür; bir madalyonun
iki yüzüdür. Erkek ve kadın, zihinsel ve duygusal derinliği
olan beraberliği, sınıfsal karşıtlıklar yüzünden karşı cinsle
kuramayınca bu kez, kendi cinsini tersine çevirmeye
zorlanmaktadır. Toplumsal sistem ve ideoloji, erkek ve kadın
biyolojisini zorluyor.
3. ÇÜRÜYEN KAPİTALİZM VE EŞCİNSELLİK
Günümüzün Roma'sı: Eşcinsellik,
kapitalizmin çürüme döneminde, emperyalizm çağında doruğa
çıktı. Hitler 'leri, Mussolini 'leri ve en son ABD
saldırganlığını yaratan emperyalizm, yalnız şiddet alanında
değil, eşcinsellikte de Neron 'ların köleci
imparatorluklarıyla karşılaştırılamayacak rekorlar kırmıştır.
ABD'li araştırmacı Kinsey , kırk yıl önce ABD'deki
eşcinsellerin oranını yüzde 37 olarak saptıyordu. Yaptığı
anketler sonucu yazdığı rapora göre, üç ABD'liden biri
eşcinsel veya eşcinsel duyumlu idi. Aradan geçen kırk yıl
içinde eşcinselliğin çok daha yaygın hale geldiği ve sistemin
propaganda araçlarınca yüceltildiği söyleniyor. ABD, her
alanda günümüzün Roma'sı oldu. Kinsey raporunun açıkladığı
oranlar abartmalı olabilir, bunu tartışmıyoruz. Önemli olan
şudur: Kapitalizmin liberal çağında eşcinsellik eğiliminin
bugüne göre çok çok küçük oranda olduğudur. Yine aynı yasayı
keşfediyoruz: Atina ve Roma'da olduğu gibi, sınıf tahakkümünün
ağırlaşması, cinsler arası eşitsizliklerin büyümesi ve
sistemin çürümesi ile eşcinsellik arasında koşutluğu
kapitalizm de kanıtlamıştır. Özel çıkar ve bireysel kâr
sistemi, bugün doğa ve insanı yıkıma uğratan bir nitelik
kazandı. Artık sistem, aşkı da doğadan koparmaktır. Çürüyen
kapitalizm, doğayla birlikte insan doğasını da zorluyor.
İngiltere parlamentosunun kudretini anlatmak için, ''Kadını
erkek, erkeği kadın yapmak dışında her şeyi yapabilir'' denir.
Çürüyen kapitalizm, İngiliz parlamentosunu da geçerek erkeği
kadın ve kadını erkek yapacak ölçülerde doğayı zorlamaktadır.
20. yüzyılın sonlarında özel çıkarcılık, dizginlerinden
boşandı. Buna bağlı olarak bireycileşme, yalnızlaşma,
cemaatini yitirme, tüketim humması ve can sıkıntısı yanında ve
onlarla ilişkili olarak eşcinsellik de yayılmaktadır. Burada
eşcinsellik, sistemin insana dayattığı acılardan ve
yırtıcılıktan kaçmak için, uyuşturucu gibi, içki, kumar,
iskambil oyunları, falcılık, büyücülük, loto-toto, piyango,
ganyan gibi, bir yabancılaşma ve çürüme olayıdır. 12 Eylül
patlaması: Türkiye'nin eşcinsellik olayını, 12 Eylül'den sonra
yoğun ve yaygın olarak yaşaması da anlamlıdır. 24 Ocak
kararları ve 12 Eylül cuntası, sınıf farklarını Türkiye
tarihinin görmediği oranda derinleştirmiş, toplam 650 bin
insanın gözaltı ve hapishaneden geçtiği bir şiddet uygulamış,
emekçi hareketini ezmiş, Türk-İslam Sentezi'ni resmi ideoloji
olarak kabul etmiştir. Bütün bunlara bağlı olarak,
eşcinsellikte de patlama yaşanmıştır. Türkiye insanı,
homoseksüel, travesti, heteroseksüel, lezbiyen, gay gibi
kavramlarla hep 12 Eylül döneminde tanıştı. Eskiden Türkiye
toplumunda olağandışı ve iyi gözle görülmeyen, en azından bir
davranış bozukluğu sayılan eşcinsellik, 12 Eylül'den sonra
büyük ideolojik atağını yapmıştır. İstanbul, İzmir ve
Ankara'nın belli çevrelerinde, eşcinsel olmayan entellerin
utandığı ve entelden sayılmadığı bir hava estirilmiştir.
Sendikalı işçi sayısı azalırken, işçi hakları bastırılırken,
tarımın çökertildiği bir ortamda köylünün yaşama hakkı tehdit
altına girerken ''cinsel tercih özgürlüğü'', insan hakları
listesinin en başına kurulmuştur. Emperyalist sistemin
merkezlerinde imal edilen ''Yeni Sol'', bu dönemde Türkiye'ye
ihraç edilmiş ve bunlar aracılığıyla sınıf mücadelesi
aşağılanarak eşcinsel, travesti, fahişe, lumpenlik gibi sınıf
dışı unsurların hak ve özgürlükleri için mücadele örgütleri ve
partisi devreye sokulmuştur. Eşcinselliğin bir emperyalist
ihraç malı olduğunu, 12 Eylül döneminde kendi ülkemizde de
gördük.
III.
Emperyalizmle
gelen eşcinsellik
4.
Toplumsal çöküş ve eşcinsellik Eşcinselliğin
sınıflar ve cinsler arasındaki farklılaşmaların aşırıya
varmasıyla olağanlaştığını saptadık. Bu farklılaşmaların
olağanüstü derinleşmesi, sınıflı toplum sistemlerinde
tıkanmalara, çöküş ve dağılmalara neden olmaktadır. Bu
dönemlerde eşcinselliğin de patlamalar yaptığı görülüyor.
İlginçtir, Türk mitolojisi binlerce yıl önce eşcinselliği kaos
ve kıyamet dönemlerinin belirtisi sayıyor. Eski Türkler,
eşcinselliği dünyanın sonunun geldiğini gösteren bir alamet
olarak görüyorlar (4). Toplumların devrimci yükseliş
dönemlerinde yaşanan iyimserlik ve geleceğe duyulan umut,
cinsel aşka da canlılık kazandırırken çöküş ve dağılma
koşulları eşcinsellik eğilimini güçlendirmektedir. Bu olay,
sınıfsal çelişmelerin keskinleşmesi yanında, bunalım
dönemlerinin ruh halinde yarattığı karamsarlıklar,
dengesizlikler ve karmaşayla da ilgilidir. Nitekim
eşcinsellik, eski Yunan'da, Roma'da, Ortadoğu
imparatorluklarında ve emperyalist-kapitalist toplumda, derin
bunalım ve çöküş dönemlerinde yayılmış ve toplumu sarmıştır.
Bunalım dönemlerinin hercümerci, belirsizlikleri, güvensiz
ortamı, yırtıcılığı, karmaşa ve gürültüsü, eşcinsellik
eğilimine yol açıyor. Fareler üzerinde yapılan bir deney de bu
saptamayı doğrulamıştır. Bilim adamları, gürültülü bir ortamda
bırakılan farelerin bir süre sonra eşcinsel ilişkilere
girdiklerini gözlemliyorlar. Emperyalist-kapitalist sistem,
bunalım dönemlerinde yarattığı kargaşalık ve güvensizlikle
insanları serseme çevirmekte ve gürültü altında kalan farenin
durumuna itmektedir. Gürültüde kalan fare durumunu, son
yıllarda Rusya halkı büyük acılarla yaşadı. 1996 yılı Ağustos
ayındaki Rusya gezimde görüştüğüm Şeniyin, Tulkin, Ligaçev,
Gruçkov, Zufanov gibi günümüzün Komünist Parti liderleri, bana
şu çarpıcı gerçeği anlattılar: Rus toplumu, eşcinselliği
yaygın olarak emperyalizmin kültürel saldırısıyla öğrendi.
Belki seyrek olarak eskiden de vardı. Ama kenarda, köşedeydi,
toplum bilmezdi. Hele övülmesi,yayılması, reklam edilebilmesi,
düşünülemezdi bile. Ancak çürüyen emperyalist kültür, bizim
toplumsal değerlerimizi bozguna uğratınca, eşcinsellik artık
sıradanlaştı, dahası bir süre sonra yozlaşmış aydınlar
arasında bir itibar kaynağı haline geldi. Eşcinsellik ile
toplumsal çöküş ve çürüme arasındaki ilişkiyi, biz kendi
tecrübemizle öğrendik ve öğrenmeye devam ediyoruz. Ve 18 Ocak
1999 günkü gazetelerde çıkan bir haber, Kızılordu askerlerinin
fahişelik yaparak geçimlerini sağladıklarını yazıyordu.
Eşcinsellik bir kez daha toplumsal ve ekonomik iflasın acı
meyvası olarak karşımıza çıkıyordu.
5.
Biyolojik eşe yabancılaşma Yabancılaşma:
Yabancılaşma uzlaşmaz sınıf çelişmelerinin ürünüdür. Kabile
toplumunun sınıflara bölünmesiyle birlikte insanın
yabancılaşması süreci de başlamıştır. Para ekonomisinin doruğu
olan kapitalizm, yabancılaşma sürecinin de doruğudur.
Kapitalist meta sistemi, hele emperyalizm çağında, her şeyi
meta ekonomisinin içine çekmiş, her şeyi alınır satılır hale
getirmiştir. Kapitalizmin piyasa ekonomisini tahlil eden Marx
, insanın bu ilişkiler içinde
-
Üretime,
-
Ürettiği
ürüne,
-
Topluma,
-
Ve
İnsanın
kendi türünün üretimine yabancılaşması:
Eşcinsellik de bu
yabancılaşma olayının bir görüntüsü ve belirtisidir.
Kapitalizm, insanı maddi üretime yabancılaştırdığı gibi, kendi
türünün üretimine de yabancılaştırmaktadır. Kendisini üretmeye
yabancılaşan insan, doğadaki biyolojik eşine, yani karşı cinse
de yabancılaşıyor. Başka deyişle cinsel aşka yabancılaşıyor.
Marx, kapitalizmin çürüme döneminde yaşamadı, eşcinselliğin bu
denli yaygınlaştığını ve sistem tarafından dayatıldığını ve
yüceltildiğini görmedi. İnsanlığın 20. yüzyılın sonlarında
yaşadığı deneyim göstermektedir ki, yabancılaşma; insanın
yalnız üretime, ürüne, topluma ve kendisine yabancılaşması
değil, aynı zamanda insanın biyolojik eşine ve cinsel aşka da
yabancılaşmasıdır. Cinsel aşk ve doğa: Cinsel aşkı tanımlamaya
kalkacak kadar cesur değiliz. Ancak aşkın iki unsurunu
belirleyebiliriz: Birincisi, aşk insanın kendi cinsini
üretmesiyle ilgilidir. Denebilir ki, insanın üreme içgüdüsü,
cinsel arzu ve aşkla pekişmiş ve güvenceye kavuşmuştur.
Kuşkusuz bu olay, doğaüstü bir iradenin ürünü değildir.
Kökleri canlıların insan öncesi evrim hikâyesine kadar
uzanıyor. Üreme için cinsel ilişki eyleminin, canlıların
biyolojik varlıklarında, belli kimyasal ve fiziksel süreçlere
yol açtığı ve bu süreçlerin canlıların evrim tarihi içinde
belli değişimlerden geçtiği açıktır. Bu evrimin doruğunda
insan türü bulunuyor. Bilimsel verilere göre, cinsel aşk,
insan beyninde ve vücudunda belli faaliyet ve dönüşümlerle
bağlantılı olarak yaşanıyor. Cinsel aşkın beynin belli
bölgelerinde özel bir faaliyete yol açtığı, kandaki ve insan
vücudundaki belli hormonları harekete geçirdiği; solunum
sistemini, kalp atışlarını, kan basıncını vb. etkilediği
biliniyor. Yalnız bilim adamları değil, her insan, cinsel aşk
ile insanın fiziksel varlığı arasındaki ilişkiyi kendi
tecrübeleriyle saptamıştır. Cinsel ilişkinin, beş duyuyla
gerçekleştiği açıktır. Dokunma, görme, koklama, duyma ve tat
alma duygularının insan vücudundaki belli maddi oluşum ve
değişimleri harekete geçirdiği belirlenmiştir. Konuyu
uzmanlarına bırakıyoruz. Ancak bu yazı kapsamı içinde
vurgulamak istediğimiz olgular şunlardır:
-
Cinsel
aşkın kökeninde ve temelinde insanın kendi türünü üretmesi
vardır.
-
Bu
üreme faaliyetiyle bağlantılı olan arzu ve duygular,
canlıların milyarlarca yıllık ve insan türünün milyonlarca
yıllık evrimi sonunda oluşan fizyolojik süreçlerdir.
Bu
fizyolojik süreçleri ve duyguları, insan; kadın ve erkek cinsi
özellikleriyle yaşar. Özetle: Karşı cinse beslenen cinsel
duyguların üreme ile bağlantısı, insanın evrimiyle
sınırlarsak, en azından birkaç milyon yıllık bir geçmişe
dayanmaktadır. Ve bu evrim sonucu, insan fizyolojisinde belli
oluşum ve süreçler oluşmuştur. Aşk ile üreme arasındaki bu
bağa, aşk ile insan doğası veya aşk ile cinslerin doğası
arasındaki bağ olarak da bakabiliriz. Üreme ile cinsel
duygular arasındaki bu bağ fizyolojik olduğu için, toplumsal
ve ideolojik nedenlerle zorlandığı zaman kriz doğmaktadır.
Eşcinsellik, bu krizin belirimlerinden biridir.
(4) Arif Acaloğlu , ''Türk
mitolojisinde eskatoloji, toplum ve etik değerler'' , Papirüs,
sayı 23, Ocak 1999, s. 20 vd.
IV.
Cinsel aşkın zihinsel ve duygusal
cephesi:
Cinsel
aşk, türün üremesiyle bağlantılı kuşkusuz, ancak bundan ibaret
değil. Kendi türünü üretmek için fiziksel ilişki, hayvanlarda
da var. Ancak biz insanlar, hayvanlardaki bu ilişkiyi ''cinsel
aşk'' olarak görmüyoruz. İnsanlara göre, cinsel aşkta,
hayvanlardan farklı ve fazla olarak fiziksel ilişkinin
ötesinde, zihinsel ve duygusal bir alışveriş var. Cinsel aşkın
ikinci unsuru, bu zihinsel ve duygusal iletişimdir. En
önemlisi, bu iletişim, büyük bir mutluluk kaynağı. Ancak
insanlar arasındaki zihinsel ve duygusal alışveriş, cinsel
aşkla sınırlı değildir. Cinsel aşkı diğer duygusal ve zihinsel
iletişim türlerinden ayıran, karşı cinsler arasındaki üreme
faaliyetiyle bağlantısıdır. Üreme faaliyeti temeli
oluşturuyor. Ancak insanın zihinsel ve duygusal varlığı
geliştikçe cinsel aşkın da derinleştiği ve çok daha zengin bir
mutluluk kaynağı haline geldiği kesindir. Şöyle de ifade
edebiliriz: Hititler döneminde bundan üç-dört bin yıl önce
yaşayan çobanlar veya tarımcılar arasındaki cinsel aşka göre,
20. yüzyıl aydını veya sanatçısının aşkında yaşanan duygu
derinliği ve zenginliği arasında büyük fark vardır. Bu nedenle
derin bir düşünür ve yaratıcı, aynı zamanda duygulu ve tutkulu
bir âşıktır. Beynindeki gelişmişlik ile aşk arasında doğru bir
orantı bulunur. Aşkın zihinsel ve duygusal boyutu, kuşkusuz
toplumsaldır. İnsanın sınıfı, kültürü, tecrübeleri, zihinsel
birikimi ve duygusal gelişimiyle belirlenmiştir. Masallar ve
pastoral öyküler ne derse desin, zihinsel birikimi zengin olan
bir insanın, aşkı da derin ve zengin duygularla yaşama olanağı
fazladır. İnsanın zihinsel varlığının biyolojik
varlığından kopmaya zorlanması: Eşcinsellik, cinsel aşkın iki
unsur arasındaki bağı koparmaktadır. Eşcinsellikte, insan
fizyolojisi ile zihin ve duygu iletişimi arasındaki bağlantı,
milyonlarca yıllık geçmişinden kopmaya zorlanmaktadır. Oysa
cinsel duygularla beyin, hormonlar, kan dolaşımı arasındaki
ilişki, insan evrimi açısından milyonlarca yıllık bir geçmişin
ürünüdür. Bu açıdan bakınca, eşcinsellik, milyonlarca yıllık
biyolojik evrimin inkârı oluyor. Belli toplumsal süreçlerde
oluşan belli bir ideolojik konumlanma veya belli toplumsal
durumların dayattığı bir insanlık hali, kişiyi insanın
biyolojik tarihinden kopmaya zorlamıştır. İnsanın,
milyonlarca yıllık fiziksel evriminden, belli toplumsal ve
zihinsel dayatmalarla kopması, fiziğin zorlanmasıdır; fizik
ötesi, metafizik bir olaydır. Oysa insan, doğanın bir
parçasıdır. Ve insan, doğada bir cins olarak, kadın veya erkek
olarak var olur. Ve insanın kadınlığı ya da erkekliği, tek tek
her insanın hayatıyla belirlenmemiştir; insan türünün
hayatıyla belirlidir. Tek tek insanların cinsel varlıkları ve
duyguları, beyinleri, solunum ve kan dolaşım sistemleri, o
insanın bireysel tecrübesiyle kendi türünün genel
özelliklerinden ayrılamaz. Ayrılmaya zorlanırsa, insanın
fizyolojik, zihinsel ve duygusal varlığının bunalıma girmesi
kaçınılmazdır. Eşcinsellikte, kişinin yaşadığı toplumsal
tecrübe, insan türünün milyonlarca yıllık doğal evrimiyle
karşı karşıya gelmektedir. Milyonlarca yıldır erkek olan bir
fizyolojik sistem, diyelim sekiz-on yıllık bir tecrübe
sonunda, toplumsal veya ideolojik nedenlerle kadın olmaya
zorlanmaktadır. Veya milyonlarca yıllık kadın fizyolojisi ve
duygusal varlığı, belli toplumsal etkilerle erkek olmaya
zorlanmaktadır. Eşcinsellik, ideolojinin doğayı zorlaması
oluyor. Temele inersek eşcinsellik, bir toplumsal durumun
doğayı zorlaması oluyor. Oysa karşı cinse duyulan aşk ile
doğaya duyulan sevgi arasında çok köklü bir bağlantı vardır.
İnsanın aşkını, eskiden beri çiçeklerle, akarsularla,
çağlayanlarla, yağmurla, rüzgârla veya fırtınayla
anlatması, doğa ile aşk arasındaki bağlantının ne kadar
yerleşik ve sağlam olduğunu gösterir. Cinsel aşk, kadınlık ve
erkeklik olarak da beliren insan doğasından koparıldığı zaman,
aslında insan ile doğa arasındaki ilişki zorlanmaktadır. Somut
olarak hormonlar zorlanmaktadır. Kan basıncı tersine çevrilmek
istenmektedir. Beyindeki milyonlarca yıllık faaliyet ve
kurumlaşma zorlanmaktadır. Beş duyu sisteminin milyonlarca
yıllık yerleşik yapısı zorlanmaktadır. Bu fizyolojik
zorlamanın temelinde, toplumsal zorlamalar vardır. Milyonlarca
yıl sınıfsız olarak yaşamış olan insan, sınıflara bölününce,
tahakküm ve boyun eğme ilişkisine zorlanmıştır. Bu, insan
varlığını derinden etkilemiş ve yabancılaşma dediğimiz sürece
yol açmıştır. Eşit olmayan insanlar arasındaki aşk ise ezmek,
boyun eğmek, teslim almak, burnunu sürtmek, kapris, naz,
aldatmak gibi eylemlerle iç içe geçmiştir.
6.
EŞCİNSELLİK MUTSUZLUK KAYNAĞI Özgürlüğe yıkım:
Eşcinselliğe hayat:
-
Sınıfsal
eşitsizlik, baskı ve sömürü.
-
Cinsler
arası eşitsizlik, kadının köleleşmesi ve aşağılanması.
-
İnsanın
kendine ve biyolojik eşine yabancılaşması.
-
Toplumsal
çöküntü ve kaos dönemlerinde insanın sersemlemesi ve
dengesini yitirmesi.
Eşcinselliğin
toplumsal kaynakları bunlar. İnsanlığın ezeli özlemlerine
yapılan saldırılar, eşcinselliğin de yolunu açıyor. Bunca
fenalık ve mutsuzlukla birlikte boy veren eşcinsellik, nasıl
oluyor da mutluluk kaynağı olarak gösterilebiliyor? İnsanın
özgürlük mücadelesi, sınıfsal ve cinsel eşitsizlikleri ortadan
kaldırma ve doğa ile insan arasındaki uyumu sağlama
mücadelesidir. Özgürlüğe yıkım getiren her şey, eşcinselliğe
hayat veriyor. O zaman nasıl olur da eşcinselliğin bir
özgürlük olduğu ileri sürülebilir? Cinsel kölenin 'mutluluğu':
Yunan soylularının kucaklarına atılan genç kölelerin, Roma
imparatorlarının koyunlarına sokulan köle oğlanların,
padişahların eğlencesi olan oğlanların, kuytularda zorla
ırzlarına geçilen sokak çocuklarının ''özgürlüğünden'' söz
etmek kadar korkunç bir aldatma ve ikiyüzlülük var mıdır? Ezen
ve çöken sistemin efendileri bu eşcinsel ilişkilere girerken
acaba özgürler mi? Onlar da tahakküm, baskı ve şiddet
uygulayacak, insanlıktan çıkan zavallılar değiller mi aslında?
Sistem, onlar da eşcinselliğe yuvarlanmış değil midir?
''Fantezi'' olduğu söylenen bütün bu davranışlar, korkunç bir
yabancılaşmanın pençesindeki insanların bozgun içinde
itildikleri bir insanlık hali değil midir? Tarihin tanıklığı
bir yana, herkesin örneklerine bakarak yaptığı gözlemler de,
eşcinselliğin büyük acıların ve mutsuzlukların kaynağı
olduğunu göstermiyor mu? Bulunamayan iç barış: Görülen odur
ki, eşcinseller, toplumumuzdaki yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı,
bireycileşmeyi, yırtıcılığı, gerginlikleri, huzursuzlukları,
herkesten birkaç kat daha ağır yaşamaktadırlar. Bu
ıstırapları, yalnız toplumdan dışlanma ve aşağılanmayla
açıklamak çok aldatıcıdır. Bir yabancılaşma ve kişisel bozgun
durumu olan eşcinselliğin yarattığı gerginlikleri, kendilerine
çok güvenen kimi sanatçılar ve entelektüeller dahi aşabilmiş
değillerdir. Toplumsal barış yanında insanın iç barışı ve
dinginliği, mutluluk için olmazsa olmaz koşuludur. Eşcinsel,
kendisinden hoşnut ve huzurlu değildir. İntiharların,
eşcinseller arasında yaygın olması anlamlıdır. Bu açıdan
eşcinsel, toplumun yaşadığı büyük bunalımları en aşırı yaşayan
bir toplumsal kurbandır. Onlar, toplumsal eşitsizliklerin
ve yabancılaşmanın yükünü şu veya bu nedenle en çok çeken ve
bu ağırlığın altında en çok ezilen insanlardır. Hal böyle
olunca, sistemin ideolog ve sanatçılarının eşcinselliği
özendiren ideolojik faaliyetleri de yerli yerine oturuyor.
SONUÇ:
YABANCILAŞMADAN KURTULMUŞ EŞİTLERİN AŞKI
Eşcinsellik, eşitliğe aykırı süreçlerin ürünüdür.
Yine eşcinsellik, yukarıda kanıtlarıyla gösterildiği gibi,
özgürlüğe aykırı süreçlerin ürünüdür. Oysa cinsel aşk, ancak
eşit ve özgürler arasında bütün zihinsel derinliği ve duygu
zenginliğiyle yaşanabilir. İmparator Neron ile kölesi arasında
derin bir aşk olamaz. İlk eşcinsellik deneyimini düştüğü
sokakta tecavüze uğrayarak yaşamış insan da yaralanmıştır;
incinmiştir. Bütün deneyimler, en sonunda o ilk deneyimin
tekrarıdır. İnsanlığın üç büyük davası vardır: Eşitlik,
özgürlük ve barış. Sınıflara bölünmüş ve cinsler arası
eşitsizliğin hüküm sürdüğü toplum, ancak sınıflar ve cinsler
arası eşitlikle yabancılaşmadan kurtulur ve barışa da kavuşur.
Bu barış, hem toplum içindeki barıştır hem de insanın iç
dünyasındaki barıştır, kendinden hoşnut olmaktır. Toplum
içindeki farklılıkların yarattığı kavga, eşcinselin iç
dünyasına daha da şiddetle yansımaktadır. Sınıfsız toplum,
eşitlik ve özgürlüğün zeminini yaratmak yanında, insan ile
doğa arasında bozulan dengeyi kurmak yoluyla da, gerçek cinsel
aşkın ortamını getirecektir. İnsanoğlu, özel çıkar ve bireysel
kâr sistemini ortadan kaldırarak insanın biyolojik varlığı ile
zihinsel-duygusal varlığı arasındaki milyonlarca yıllık
dengeyi, bu kez çok daha üst düzeyde yeniden kuracaktır. Bu,
boş bir hayal değildir. İnsanlık tarihine ve günümüz toplumuna
bakarsak, en derin ve en güzel aşkların, bireysel çıkardan
arınmış derin düşünceli ve eşitler arasında yaşandığını
görürüz. Sınıfsız bir dünya özlemi ve her tür eşitliği
özümlemek, uçsuz bucaksız duygu zenginliğinin de koşuludur.
Herkes, sınıfsız toplum insanını daha bugünden kendi
kişiliğinde yaratarak büyük sevdaların ve eşsiz mutlulukların
insanı olabilir. |